İLK DÖRT HALİFE DÖNEMİNDE DİN VE ŞERİAT
Hz. Peygamber'in vefatından sonra sırasıyla hilâfete geçen ilk dört halife, dinî ve siyasî sahalarda işleri O'nun koyduğu prensiplere göre yürüttüler. ALLAH'ın elçisinin eğitim öğretim ve rehberliği ile oluşmuş olan toplumdaki her bir fert, İslâm'ın ruhuna ve emirlerine uygun bir yönetim biçiminin nasıl olması gerektiğini biliyordu. Peygamber'in, halefinin kim olacağı konusunda bir karan yoksa da; İslâm toplumunun mensupları İslâm'ın, istişare prensibine dayanan bir hilafeti gerektirdiğini biliyorlardı. Bu yüzden, babadan oğula geçen bir saltanat oluşturma veya otoriteyi güç kullanarak ele geçirme yolunda bir teşebbüs olmadığı gibi, halifelik makamını elde etmek için uğraşan ya da bunun için kendi ismini ortaya atan da yoktu. Aksine dört halife, birbiri peşisıra, halk tarafından seçilerek geldiler. Bu dört halife daha sonra, bugün de olduğu gibi, hulefa-i râşidîn olarak tanındılar. Bu durum, müslümanlann gözünde hilafetin doğru şeklinin bu olduğuna Medine'de istinsah edilmiş ve günümüze kadar gelmiş en eski Kur'ân nüshalarından biri. Ma'il (yatık) yazı, 8. yy. dair yeterli delil oluşturmaktadır. Bu dört halifenin, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin seçilmelerinde, ne seçilmeleri için gayret edenler, ne seçim kampanyaları, ne kendi adaylığını ilan etmeler, ne de bu dört kişinin adaylığı yönünde sarfedilen çabalar vardı. Aksine, bunları halk kendi seçti veya istişare sonucu ve ittifakla tayin olundular.
Dört halifenin her biri devlet işlerinde, ümmetin ileri gelenleri olan ehl-i re 'y ile istişare etmeksizin karar almazlardı. Hz. Ebu Bekir, bütün meselelerde, önce ALLAH'ın Kitabına başvurur, bu gibi meseleler hakkında bir hükmün bulunup bulunmadığın araştırır, orada bulamazsa Rasûlullah'in böyle bir muamele ile karşılaşıp karşılaşmadığına bakardı. Karşılaşmış ise Rasûlullah'in bu hususta verdiği hükmü ve meseleyi nasıl karara bağladığını tetkik ederdi. Şayet Sünnette de herhangi bir hüküm bulamazsa, ümmetin ileri gelenlerini ve bilgili zevatı toplar, kendileriyle istişarede bulunur, ona göre meseleyi halleder ve karar verirdi. (Sünen-i Darimî). Hz. Ömer de devlet işlerinde aynı yolu izledi. (Kenzû'l-Ummâl, c. V).
Hulefa-i Raşidîn (doğru halifeler), müşavere sırasında, şûra üyelerinin fikirlerini tam bir serbestiyet içinde ifade hakkına sahip oldukları görüşünde idiler. Hilafetin bu husustaki siyasetini, Hz. Ömer'in, bir müşavere heyetini açış konuşmasında şu sözlerle dile getiriliyordu: "Ey insanlar! Size anlatmak istediğim şudur: Emanet olarak uhdeme tevdi ettiğiniz devlet işlerini yürütebilmem için benimle işbirliği yapacaksınız. Ben de sizin gibi bir insanım. Bugün, sizin haklarınızın aynına sahip bulunduğumu, sizinle müsavi olduğumu söylemek isterim. Aranızda isteyen benimle aynı fikirde olan da olabilir, farklı düşüncede olan da. Ben size, ille de benim arzulanma uyacak ve benim dediğimi yapacaksınız, demek istemiyorum." (İmam Ebu Yusuf, Kitabû'l-Ha-rac).
Dört halifenin hepsi de Beytulmal'ı ALLAH'ın ve kullarının bir emaneti olarak gördüler.
Gayri kanuni gelirler toplayıp bunları gayri kanunî yerlere harcamayı meşru görmediler. Onlara göre yöneticilerin, şahsî ihtiyaçlarını buradan karşılamaları meşru değildi. Bir sultan ile halife arasındaki fark, onlara göre şu idi: Sultan, millet hazinesini kendi şahsî mülkü gibi görür ve ondan dilediği gibi harcardı. Halife ise, onu ALLAH'tan halk için verilen bir emanet olarak görür, her kuruşunu toplar ve her kuruşunu da hak için harcardı. Hz. Ömer bir keresinde Selman-ı Farisî'ye, kendisinin bir kral mı yoksa bir halife mi olduğunu sormuştu. Selman hemen şöyle cevap vedi: "Eğer sen, müslümanlann malından bir dirhem dahi olsa, gayri meşru olarak, hakkın olmadan alırsan ve bir dirhemi, keyfin için harcamaya kalkarsan, o zaman halife değil, bir kral olursun." Bir başka seferinde Hz. Ömer: "ALLAH'a yemin ederim ki, halife miyim yoksa bir kral mı bilemedim. Kral olmak istemem. Çünkü o, çok büyük ve ağır bir yüktür." demişti. Bu sırada orada bulunanlardan biri "Ey Emirül-mü'minîn, ikisi arasında çok büyük farklar vardır", dedi. Ömer, "Ne gibi farklar var?" diye sordu. O kişi şöyle cevap verdi: "Halife, bir şey aldığında hak ile alır ve harcadığında hak ile harcar. ALLAH'ın inayetiyle, sen böylesin. Kral halka zulmeder, gayri meşru olarak birinden alır, diğerine verir." (İbni Sa'd, TabakaL c. İÜ).
Hz. Ömer bir konuşmasında, halifenin bey-tülmal'da ne gibi hallerde tasarruf edebileceğini açıklamıştır: "ALLAH'ın malında benim şu kadardan başka bir hakkım yoktur ve bundan başkası da benim için haramdır: Soğuktan ve sıcaktan muhafaza etmek için bir elbise ile, Kureyş'in ortalama bir ferdi gibi aile efradım için geçim. Ben herhangi bir müslümandan farklı değilim," (İbni Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, c. VII). Bir başka konuşmasında da şunları söylemiştir: "Beytülmal ile ilgili olarak, doğru olan sadece üç şey biliyorum: Hak ile toplamak, hak ile harcamak ve bunlarla ilgili olarak, yanlışlıklan kontrol etmek. Benim sizin mallanmz üzerindeki ilgi ve hassasiyetim, yetim malı üzerinde velinin gösterdiği hassasiyet gibidir. Muhtaç olmadıkça ben, bir şey alamam. İhtiyaç içinde olursam, o zaman, doğru (ma'ruf) bir şekilde beytülmaldan alıp harcayabilirim." (Kitabû'l-Harac).
Hz. Ali'nin serveti de Hz. Ebu Bekir ve Ömer'inki kadardı. O da mütevazı bir hayat sürdü. Muavİye ile çatışmaya girdiğinde bazı kimseler, kamu hazinesini açmasını ve Mua-viye'nin yaptığı gibi, bahşiş ve hediyeler vermek suretiyle taraftar toplamasını tavsiye ettiler. Fakat o, bu tekliflerin hiçbirini kabul etmedi ve "Gayri meşru usûllerle başarıya ulaşmamı mı istiyorsunuz benden?" diye karşılık verdi. (İbni Ebu'l-Hadîd, Şerh-i Nehcu'l-Belağa, c. I). Bir keresinde büyük kardeşi Âkil, hazineden para istediğinde, "Kardeşinin, müslümanların mallarım sana vererek, cehenneme gitmesini mi istiyorsun?" diyerek talebini reddetmişti. (İbni Kuteybe, el-Imamt ve's-Siyase, c. I).
Bu insanların yönetim konusundaki düşüncelerini bilmeden, bu yüksek makamlarda bu tavırları anlamak zordur. Hz. Ebu Bekir'in halife seçildikten sonra yaptığı ilk konuşma, bu ideali yeterince aydınlatmaktadır. Bu konuşmasında Ebu Bekir (radıyallahû anh) şöyle diyordu: "Aranızda en hayırlınız olmadığım halde üzerinize yönetici oldum. Varlığımı elinde bulunduran Zat'a yemin ederim ki, bu makamı kendi istek ve rızam ile elde etmiş değilim. Hatta, başkasının yerine geçmeyi de hiçbir zaman düşünmedim. Bu makamı elde etmek için ALLAH'a dua dahi etmiş değilim. Böyle bir makam için kalbimde herhangi bir istek uyanmadı. Bu vazifeyi gönülsüz olarak kabul etmek zorunda kaldım. Bunu, hilafet meselesinde müslümanlar arasında ihtilaf çıkmasından ve Araplar arasında irtidat tehlikesinin başgöstermesinden korktuğum için, istemeyerek kabul ettim. Bu makamda benim için rahatlık yoktur. Aksine bu benim üstümde büyük bir yüktür ve ALLAH'ın yardımı olmasa ben de bu yükü taşıyacak kuvvet yoktur. Çok arzu ederdim ki, başka birisi çıksın da bu ağır yükün mesuliyetini omuzlarına alsın, bu suretle beni bu işten kurtarsın. Şu anda dahi, isterseniz, Rasûlullah'in sahabilerinden birini getirir ve bu makamı ona tevdi edebilirsiniz. Bana biat etmiş olmanız, böyle bir işe mani teşkil edecek değildir. Beni Rasûlullah ile mukayeseye kalkarsanız ve O'ndan beklediklerinizi benden beklerseniz, şüphesiz yanılırsınız. Benim gücüm buna yetmez, çünkü o şeytanın şerrinden korunmuştu ve O'na vahiy gelmişti. Eğer doğru hareket edersem, bana yardım edin. Yanlış yaparsam, beni düzeltin. Şurası muhakkaktır ki, doğruluk bir emanet ve yalan ise bu emanete hıyanettir. Aranızda zayıf olan, ALLAH'ın izniyle hakkını kendisine verene kadar, benim yanımda kuvvetlidir. Aranızda kuvvetli olan, ALLAH'ın izniyle zayıfın hakkını ondan alıncaya kadar, benim yanımda zayıftır. Ümmetin bazı fertleri, ALLAH yolundaki çalışmalarını bırakıp da sakın başka yönlere sapmasın. Böyle olursa korkarım ki, ALLAH onları zillete düşürür. Bu millete mensup kimseler kötülükler peşinde koşmasınlar. Olur ki, bu sebeple ALLAH onları umûmi musibetlere duçar kılar. ALLAH'a ve Rasûlü'ne itaat ettiğim sürece bana itaatle mükellefsiniz. Eğer bu yolu terkeder, hududlann dışına çıkarsam bana itaat etmek mecburiyetinde değilsiniz. Ben, ancak ALLAH ve Rasûlü'nün yolunun takipçisiyim. Yoksa yeni bir yol icad edeceklerden değilim." (Taberî, c. II; İbni Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviye, c. IV; Kenzû'l-Ummal, c. V).
Benzer şekilde Ömer (radıyallahû anh) da şöyle diyordu: "Ey insanlar! Doğru yaşayın bir kimsenin, ALLAH'a İtaatsizlikte bana itıat etmesi caiz değildir. Ey insanlar! Üzerimde bazı haki?.-iniz vardır ki, bu haklar sayesinde siz bana bağlanacaksınız. Üzerimdeki haklarınızdan bİris' şudur: Sizden ne alacaksam, isterse hu haraç olsun, isterse ALLAH tarafından bahşedilen (fey) bir hak olsun, biliniz ki bu işi kanun dairesinde ve usûlüne göre yapacağım. Haklarınızın bir diğeri de, sorumluluğum altında bulunan, bana teslim edilmiş olan mallarınızı, haklı yerlerde ve kanunî ölçüler çerçevesinde sarf etmenidir." (İmam Ebu Yusuf, Kitabû'l-Harac).
Hz. Ebu Bekir, Şam ve Filistin'e keşif heyeti gönderirken Amr b. Âs'a şunları söylemiştir: "Ey Amr! Her hareketinde ALLAH'tan kork ve haya et. Çünkü O, seni ve her hareketini gözlemektedir... Ahiret için çalış, her işinde Allah'ın rızasını gözet. Yol arkadaşlarına evlâdınmış gibi muamele et. İnsanların sırlarını araştırma, onlar hakkında görünüşlerine göre hüküm ver... Doğru ol ki, emrin altındakiler de doğru olsun." (Kenzu'l-Ummâl, c. V).
Hz. Ömer de valilerini gönderirken onlara şöyle diyordu: "Sizi Muhammed aleyhisse-lâmın ümmeti üzerine, onların saçlarının ve derilerinin efendisi olasınız diye (varlarına-yoklarma sahip çıkmanız için) tayin etmiyorum. Bu tayinden maksadım ibadeti tesis etmeniz, aralarında adalet ve hak ölçüleriyle hükmetmeniz, her hususta hakkı-hukuku gözetmeniz içindir." (Taberî, c. İÜ).
Hz. Osman kendisine biat edildikten sonra verdiği ilk hutbede şöyle konuşmuştur: "Bena bir görev verildi. Ben de kabul ettim. Ben, benden öncekilerin yolunda gideceğim, yeni bir usûl ve yol izleyecek değilim. İcraatım da Azız ve Celîl olan ALLAH'ın kitabı ve Rasûlullah'in sünnetinden sonra üç şeyi daha takip edeceğim. Bunlardan biri; üzerinde ittifak edip ve takip ettiğimiz konularda benden öncekilere uymak, ikincisi, benden öncekilerin yapmadıkları fakat sâlih kişilerin ortaya koyduğu yolu takip etmek, üçüncüsü de cezayı hak etmediğiniz sürece size ceza vermemek..." (Taberî, c. III).
Hz. A1İ, Kays b. Sa'ad'ı Mısır'a vali tayin etmişti. Onunla Mısır halkına hitaben yazmış bulunduğu şu fermanı göndermişti: "Dinleyin^ Sizin üzerinizde şu hakkımız vardır: İşlerinizi ALLAH'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetine göre tanzim etmeniz. Meselelerinizi Allah'ın tayin etmiş bulunduğu ölçülere göre halletmeniz. Bütün ilişkilerinizde Peygamber'in sünnetini câri kılmanız. O zaman, biz her yerde size yardım edecek ve sizin iyiliğiniz için çalışacağız." Bu fermanı halka duyuran Kays b. Sa'ad şöyle demiştir: "Size bu şekilde muamele etmezsek, bize karşı bir mecburiyetiniz yoktur." (Taberî, c. III).
Hz. Ali valilerinden birine şöyle yazmıştır: "Halk ile arana uzun perdeler çekme. Valilerle halkın arasında bir engel, bir perde bulunması, valilerin halka perde arkasından bakmaları dar görüşlülük ve cahillik belirtisidir. Bu gibi engeller yüzünden yöneticiler, ahali hakkında doğru bilgi elde edemez. Onlar için, küçük şeyler büyük, büyük şeyler küçük hâle gelir. İyilikler halk nazarında kötülük şeklinde ortaya çıkar, kötülükler de iyilik kılığına bürünür. Böylece, hak ile bâtıl birbirine karışır ve ayırmak güçleşir." (İbni Kesir, c. VIII). Bu sözler, sadece üslûb ve beyan güzelliği bakımından ibaret görülmemelidir. Hz. Ali'nin bu hususta ne söylemişse bizzat tatbik etmiştir. Hilafeti zamanında Küfe sokaklarında elinde bir kamçı ile dolaşır, insanları kötülükten men edip, iyilikleri ve faziletli işleri teşvik ederdi. Esnafı dürüst davranıp davranmadıklarını kontrol etmek için pazar yerlerine giderdi. Bir yabancı, elinde kırbaç ile sokaklarda gezen bu adamın halife olduğuna İnanamazdı. Onun üzerinde ne bir hükümdarlık işareti ne de etrafında adamları vardı. (îb-ni Kesir, c. VIII).
Bir defasında Hz. Ömer ahaliye şöyle hitap etmişti: Ben valileri, sizleri dövmeleri, mallarınızı haksızlıkla almaları için göndermiyorum. Onları tayin etmekten maksadım, size dininizi öğretmeleri, Rasûlullah'in göstermiş bulunduğu yolu size anlatmaları içindir. Onlardan herhangi birisi bu maksadın hilafına bir davranışta bulunursa, siz bunu hemen bana bildirmelisiniz, ALLAH'a yemin ederim ki, ben derhal bu valiyi değiştiririm. Bu sırada, Mısır valisi olan Amr b. As ayağa kalkarak: Eğer bir Müslüman, valiliği sırasında, suç işleyen bir kimseyi başkalarına ders olacak şekilde cezalandırmak İçin döverse, siz bu valiyi yine değiştirecek veya cezalandıracak mısınız? diye sorduğunda, Hz. Ömer: Evet, ALLAH'a yemin ederim ki, cezalandırırım. Zira ben Rasûlullah @'in kendi yaptığı işi tazmin ettiğini ve verdirilen zarara mukabil tazminat kabul ettiğini gördüm, dedi. {Kitabû'l-Harac, sh. 115; İbnü'l-Esîr, c. III; Taberi, c. III).
Yine bir defasında Hz. Ömer, hac zamanı bütün valilerini ve âmillerini çağırdı ve ahalinin önünde şöyle dedi: Kimin bu vali ve âmillerden herhangi birinde bir hakkı, bir alacağı varsa, ayağa kalkıp söylesin. Kalabalıktan biri ayağa kalktı ve Ey Mü'minlerin Emîri! Senin âmilin bana yüz kırbaç vurdu, dedi. Hz. Ömer, o âmile: Sen ona yüz kırbaç vurdun mu? diye sordu ve iddia sahibine: Kalk ondan hakkını al, buyurdu. Bunun üzerine, orada bulunan Amr b. Âs ayağa kalkarak: Ey Mü'minlerin Emîri! Sen âmillerin hakkında böyle bir kapı açarsan, bu hal hem onlara çok ağır gelir, hem de senden sonrakiler için bir âdet hâlini alır, dedi. Hz. Ömer: Dikkat et, ben ki, Rasûlullah'in nefsine kısas tatbik ettiğini gördüm. Onu kısassız mı bırakacağım? buyurup, sonra hak sahibine dönerek: Kalk hakkım al! diye emretti. Amr b. As: O halde izin verin de onu razı edelim."
dedi. Sonunda, şikâyetçi olan şahsa, her kırbaç için iki dinar olmak üzere toplam 200 dinar verilerek razı edildi ve şikâyetçi kısas hakkından vazgeçti. (Ebu Yusuf, Kitabû'l-Harac).
Bu şekilde ilk dört halife, kanunları titizlikle uyguladılar: Hiç kimse, hattâ halifeler bile, kanunların üzerinde görülmedi. Kanun önünde halife ile herhangi bir müslüman ya da bir zımmînin eşit olduğunu ilan ettiler. Hakimler {kadılar), devletin başı olması hasebiyle, halife tarafından tayin olsalar da, tayinden sonra, herhangi bir müslümana olduğu gibi, halife aleyhine de hüküm vermekte irade sahibidirler. Bir keresinde, Hz. Ömer ile Ubey b. Kâb arasında bir ihtilaf başgöstermiş ve aralarında hakemlik yapmak üzere Zeyd b. Sabit'i seçmişlerdi. Yanma vardıklarında Zeyd, Ömer'i kendi yerine oturtmak istedi. Fakat Ömer bunu reddeti ve Ubey'in yanına oturdu. Daha sonra Ubey, ihtilaflı meseleyi hakeme anlattı. Hz. Ömer ise bu izahı kabul etmedi. Bunun üzerine, usûl gereğince hakem taraflara yemin teklifinde bulundu. Ubey yemin etmek hususunda düşündü. Hz. Ömer ise yemin etti ve mesele de halledilmiş oldu. İş bittikten sonra Hz. Ömer: "Eğer Zeyd, Ömer'e alelade bir vatandaş gibi davranmamış olsaydı, herhalde onun hâkimlik yapmaya kabili-yeti olmadığını düşünecektik." (Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, c. X).
Benzer bir olay Hz. Ali ile bir hıristiyan arasında cereyan etmişti. Hz. Ali, zırhının bir hı-ristiyanda olduğunu gördü ve geri almak için mahkemeye başvurdu. Delil getiremediğinden, mahkeme aleyhine sonuçlandı. Bir keresinde de Hz. Ali ve bir zımmî, aralarındaki dava için Kadı Şureyh'e gittiler. Kadı ayağa kalktı ve Hz. Ali'ye selâm verdi. Bunun üzerine Hz. Ali hâkime: "Daha işin başlangıcında sen bu işte haksızlık ettin" dedi. (Hilâfet ve Saltanat).
Onların yönetimlerinin bir Özelliği, İslâm'ın ruhuna ve prensiplerine uygun olarak kabile ve ırkına bakılmaksızın herkese eşit davranıl-masıydı. İslâm; ırk, renk, kabile ve milliyet vb. konulardaki tarafgirlikleri yok ederek, bütün müslümanları bir tutmakta idi. Ebu Bekir halife seçildiğinde, Ebu Süfyan, kabilesi yüzünden bu durumu beğenmemişti. Ali'ye gidip, "Kureyş'in küçük bir kabilesine mensup olan birini nasıl halife ilân ederler? Eğer sen bu görev için aday olursan, bu vadiyi atlılar ve yayalarla doldururum" dedi. Fakat Hz. Ali: "Bu sözlerin, senin İslâm'a ve müslü-manlara düşmanlığım gösterir." diyerek onu şaşırttı. "Süvari ve yayaları toplayıp buraya gelmeni katiyyen istemem. Uzak yerlerde bulunsalar, memleketleri de birbirinden ayrı olsa dahi bütün müslümanlar birbirlerinin iyiliğini isterler ve birbirlerini severler. Bİz, Ebu Bekir'i bu makama lâyık bilenlerdeniz. Eğer onda bu liyakati görmemiş olsaydık acaba kendisini böyle bir makama çıkarır, bu vazifeyi ona teslim eder miydik?" diye ekledi. (Kenzu l-Ummal, c. V; Taberî, c. II).
Bu atmosfer içinde Ebu Bekir ve Ömer, yalnız Arap kabilelerine değil, gayri müslimlere de hiçbir ayırım yapmadan mutlak eşitlik ve adaletle muamele ettiler. Hatta kendi kabilelerini de kayırmaktan kaçındılar. Onların bu tarafsız ve âdil tutumu her türlü ön yargıyı bastırarak, müslümanlar arasındaki, İslâm'ın gerektirdiği evrensel ruhu meydana getirdi. Hz. Ebu Bekîr halifeliği sırasında, akrabalarından veya kabilesinden hiç kimseyi memuriyete getirmedi. Hz. Ömer, yalnızca kabilesinden Numan b. Adiy'i Basra yakınlarında küçük bir şehir olan Maysan'da tahsildarlık vermiş, fakat daha sonra da görevden almıştı. Böylece bu açıdan bu iki halife yegâne bir örnek oluşturdular.
Hz. Osman hilâfeti döneminde, yüksek makamları akrabalarına ve kendi kabilesinden kimselere vermeye başladı. Düşüncesine göre bu şekilde hareket etmesi sıla-i rahimin gereği idi. "Ömer akrabalarını, ALLAH rızası için, mahrum etti. Fakat ben, ALLAH için, akraba ve yakınlarımı gözetmekteyim." derdi. (Taberî, c. III). Bir keresinde şöyle demişti: "Ebu Bekir ve Ömer, beytülmal hususunda, hem kendilerini hem de akraba ve yakınlarını sıkıntıya sokmaktan hoşlanıyordu. Fakat ben sıla-i rahmi tercih etmekteyim." (Kenzu'l-Ummâl, c. V; İbni Saad, Tabakat, c. III).
Dört halife zamanında tam manasiyle tesis edilen nizamın özelliklerinden biri tenkîd, rey ve fikir beyanı hakkının tam manasıyla serbest oluşuydu. Halifeler, bütün vakitlerini halkın refahına tahsis etmişlerdi. Şûra meclisinin toplantılarına katılır ve tartışmalara iştirak ederlerdi. Ne bir resmî parti ne de bir muhalefet partisi vardı. Her üye, hür bir ortamda, görüşünü yalnızca kendi inanç ve vicdanına dayanarak açıklardı. Bütün meseleler, noksansız ve ilavesiz olarak ehil kişiler önüne konmakta; kararlar, herhangi bir kimsenin etkisi, korkusu veya menfaatine göre değil, yapılan müzakerelere dayanılarak alınmakta İdi. Ayrıca bu halifeler, yalnızca şûra ehli ile değil, aynı zamanda, günde beş vakit namaz, bir kongre niteliğindeki cuma namazı, bayram namazları ve hac dolayısıyle, doğrudan halkla temas kuruyorlardı. Evleri diğer müslümanların evleri ile yanyana idi ve herkese kapıları açıktı. Sokakta, çarşıda yanlarında muhafızları olmadan yürürler ve insanlar onlarla rahatça ilişki kurar, onları tenkid edebilir veya herhangi bir konuda açıklama isteyebilirlerdi. Bu hürriyete müsaade etmekle kaltnamışlar, bunu teşvik de etmişlerdi. Daha önce açıklandığı gibi Hz. Ebu Bekir, ilk yaptığı konuşmada, doğru hareket ettiği müddetçe kendisine yardım etmelerini, yanlış bir şey yaptığında ise kendisini düzeltmelerini istemişti.
Hz. Ömer bir cuma hutbesinde, evlenmelerde 400 dirhemden fazla rnehir istenmemesi gerektiğini söylemişti. Hutbeyi dinleyen bir kadın derhal ayağa kalkarak böyle bir şeyi emretmeye hakkı olmadığını söyleyerek, onu düzeltmişti. Kadın, Kur'ân bu konuda bir sınırlama getirmemişken kendisinin sınır getiremeyeceğini belirtince, Hz. Ömer kadım haklı buldu ve kendi fikrini değiştirdi. (İbnî Kesîr, Tefsir, c. I). Yine bir keresinde, halkla olan toplantılarından birinde Selman-ı Farisî ona, herkese bir parça kumaş düşerken nasıl olup da iki parça kumaşa sahip olduğunu sordu. Hz. Ömer orada bulunan oğluna işaret etti; Abdullah b. Ömer, kendi payına düşen parçayı babasına verdiğini ifade etti. (Cevzî, Sîret-i Ömer Ibnu l-Hattab).
Bir başka toplantıda Hz. Ömer halka, bazı meselelerde gevşek davransa, ne yapacaklarını sordu. Bişr İbni Saad elindeki sopayı göstererek: "Eğer sen böyle eğri yolda gidersen, seni şu sopa ile düzeltiriz." dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Öyleyse siz hayırlı bir topluluksunuz" dedi.
Bunların hepsinden şiddetli tenkitler Hz. Osman devrinde vuku buldu. Fakat o hiçbir zaman bunları zor kullanarak bastırmaya yeltenmedi. Hz. Ali, haricîlerin küstahlıklarına ve mütecavizâne sözlerine sabırla tahammül etti. Bir defasında halk içinde kendisine söven beş haricîyi huzuruna getirdiler. Bunlardan biri, yeminle onu öldüreceğini haykırıyordu. Fakat Hz. Ali onların hepsini serbest bıraktı ve adamlarına, isterlerse onların laflarına karşılık verebileceklerini, fakat fiilen isyana kalkışmadıkça, sözle yapılan muhalefetin bir tutuklama gerekçesi olamayacağını, söyledi. (Serahsî, Mebsût, c. X).
Hulefa-i Raşidîn devri gerçekten tslâm tarihinde parlak bir yıldızdı ve daha sonra gelen bütün âlimler, muhaddisler ve müslümanlarm geneli o devri, İslâm'ın gerçek dinî, ahlâkî, siyasî ve sosyal sistemin ölçüsü olarak kabul ettiler. (Ebul Ala Mevdûdî, Khilafat-o-Mulukiyat [Hilafet ve Saltanat]).
Kûfî hat ile cami şeklinde yazılmış Kelime-i Tev-hid. Derviş Emin Nakşibendî, İstanbul, 1743.
kaynak: ilimdunyasi.com |